İsrail ordususun, yüzlerce sivili katlettiği yaklaşık bir ay devam eden sözde “Hizbullah örgütüne yönelik” Lübnan saldırılarında Hizbullah’ın gücünü kırmaya çalışırken vurduğu her yerden, örgütün lideri Hasan Nasrallah’a destek tezahüratları yükselmekte idi.
İsrail sivil hedeflere bomba yağdırıyorken, savaşın tanımını Hizbullah adeta yeniden yapıyordu, “Savaş meşru müdafaa için yapılır, bunun dışında da hiç bir gerekçesi olamaz. Can, din, mal, vatan ve namusunuza kastedilince, kastedenle savaşırsınız.”
Havadan ve karadan bombardımanın başlamasıyla can pazarına dönen Lübnan’daki savaş insanlığa çok şeyler göstermiştir. Yapılan saldırıların şiddeti arttıkça, savaşın Hizbullah’ı meşrulaştırdığını, Arap halklarının artık İsrail’den korkmadıklarını, sivil kayıplar arttıkça da saldırıların giderek “gayesiz” hale geldiğini, asıl gayelerin ve emellerin ise başka şeyler olduğunu göstermiştir.
Lübnan halkının demokrasi kurumunu sorgulamaya başladığını, seçilmiş Lübnan hükümetinin ve 75.000 kişilik Lübnan ordusunun kendi milletini koruyamadığı bir ortamda artık Hizbullah’ın “Lübnan ordusu” olarak kabul edildiğini ve İsrail ordusu karşısında ‘rüştünü’ ispatladığını. İsrail ordusunun ise yarım asırdır savaştığı Arap ordularından ancak biraz daha iyi olduğunu göstermiştir.
Ortadoğu’da ki son 30 yılda meydana gelen en büyük değişikliklerden birinin de Arap halklarındaki yaşanan “korku kaybı” olduğunu, belki Batı taraftarı Arap liderleri korkuyorlar olsa da halklarının korkmadığını, insanlar bir kez korkularını kaybedince, onlara yeniden korku enjekte etmenin mümkün olmadığını ve İsrail’in geleneksel “Arapları boyun eğdirerek parçalama” politikasının artık işlemediğini göstermiştir.
Savaşları sadece cephe, üstün hava kuvvetleri ve nizami orduların belirlemediğini, aksine şehir merkezlerinde, caddelerde ve sokaklarda sürecek olan birebir çarpışmaların belirlediğini göstermiştir. (Eğer teknoloji ve silah gücü üstünlük sağlasaydı ABD ve müttefiki İngiltere Irak’ı hemen teslim almışlardı.)
Süren İsrail saldırılarına, akan kana, durmayan zülme rağmen Hizbullah’a karşı tavrını yumuşatmayan ve Usema Bin Ladin’in hocası olduğu öne sürülen Suudi şeyh Sefer al Hawali gibilerin, çıkardıkları fetvalarla Hizbullah’ı “Hizbülşeytan” olarak adlandırmalarına, Şiiliği düşman olarak gören Vahhabi akımının lideri Şeyh Abdullah bin Cibrin’in ise “Hizbullah’ı desteklemek, örgüt yanlısı gösterilere katılmak ve onlara dua etmek haramdır” şeklinde fetvalar vermelerine rağmen, Hizbullah’ın ve Lideri Hasan Nasrallah’ın Şiilerin Lübnan siyasetinde adil bir şekilde temsil edilmesi için mücadele veren bir siyasi parti olduğunu ve giderek daha güçlü, legal ve siyasi bir örgüt haline geldiğini, Arapların kahramanı olma yolunda ilerlediğini, İsrail saldırılarına karşı ülkesini ve halkını savunduğunu, Şiilerin yanısıra Sünni İslam dünyasında da büyük bir prestij kazandığını göstermiştir.
Biz bu savaşın dünü ve bugünü olduğu gibi yarınının da olabileceğininin yanısıra; siyasi, askeri, ekonomik, kültürel, tarihi, dini ve ahlaki bir çok yönünün olduğunu gördük.
Filistinliler gibi ülkesi için can veren halkların, İsrail gibi sınırı belli olmayan devletlerin, sınırı ve halkı belli olsa da KKTC gibi devletten sayılmayan devletlerin bulunduğu bu sistem nereye gidiyor ?
Kaba gücün sınır tanımazlığını ve başta Batı olmak üzere tüm dünyada ki vurdumduymazlığın biraz insani duygular taşıyan herkesi nasıl çileden çıkardığını, kendi görevlileri dahi İsrail tarafından vurulduğu halde dilini yutmuş gibi etkisiz ve işlevsiz kalan, insancıl müdahaleden çok, müdahale edenlerin egoist beklentilerine göre tavır alan Birleşmiş Milletleri gördük bu savaşta.
Savaş görünürde İsrail ve Hizbullah arasında Lübnan topraklarında cereyan ediyor olsa da, Ortadoğu’daki gerilim ve çatışmanın ( Lübnan’da ateşkes sağlanmış olsa bile ) bir süre sonra başka şekillerde ( Belki de İran ve Suriye’yi de içine alarak ) devam edebileceğini, bu durumda da ABD’nin savaşa aktif olarak katılabileceğini ve dünya halkları arasında ABD ve İsrail’i ‘Şer mihveri’ olarak görmeye başlayanların sayısının hızla arttığını gördük.
Lübnan karşısında İsrail, Vietnam karşısında ki ABD’ye eşittir. ABD kazanamayıp geri çekilmişti. Aynı şeyin İsrail’de de olduğunu. Vietkong nasıl Vietnam’ın bir parçası idiyse Hizbullah’ın da Lübnan’ın bir parçası oluğunu, İsrail’in ise Vietnam’da ki ABD’nin akibeti istikametinde sürüklendiğini gördük.
Lübnan’ın şehit ediliğini izledikçe bu savaşta kural olarak doğrudan silahlı gücün değilde, ekonomik alt yapının hedef alındığını, köprülerin havaya uçurulduğunu, fabrikaların ve binlerce evin vurulduğunu, sivillerin, silahlı bir kapışmanın tarafı olamayacak çocukların ve kadınların öldüğünü gördük. Kana’da katledilen çocukaların plastik torbalara konulduğunu, torbalar yetmeyince cesetlerin kilimlere sarıldığını gördük.
Yerle bir olan ve harabeye dönen binaların enkazı altında, annelerinin kucaklarına sığınmış 10 günlük emzikli bebeklerin cesetlerinin çıkarıldığını gördük.
Biz bu savaşta; vicdanı ölmemiş, kalbi sönmemiş, insanlıktan azıcık nasibi olan herkesin ortak kanaatinin, “İnsanlık bir kez daha iflas etmiştir” şeklinde olduğunu gördük.
İnsan kanı içmekten bıkmayan susuz topraklar gördük biz bu savaşta. Zalimler santranç oyunlarını kanla sulamaktan, güçsüz, kimsesiz, yoksul ve çaresiz insanlara kast etmekten usanmadı. Yaşlı yerküremiz böylesi bir zülme de dayandı ve hala yörüngesini şaşırmıyor, direkleri çökmüyor.
Dini, ahlaki ve insani değerlerden uzak bir medeniyetin uzun boylu olacağını düşünemiyorum, düşünmek istemiyorum. Zulüm insanlık tarihi boyunca zafere ulaşamamıştır.
Allah’ın izniyle ulaşamayacakta!
Bush her ne kadar zaferin İsrail’e ait olduğunu söylese de: uğruna savaştığını söylediği 2 askerini geri alamayan, işgal ettiği toprakları geri iade etmek zorunda kalan, Hizbullah’ı yok etmek şöyle dursun popülaritesini artıran, her ne kadar kendini güçlü göstermeye çalışsa da gücünü kaybederek BM’in bölgeye gelmesini kabul eden İsrail bu savaşı kaybetmiştir.
Vesselam,