Bir yerlerde kulağımıza çalınan ve gayri ihtiyari dinlenilen nakaratların çoğalması ve neredeyse kesintisiz her yerde karşımıza çıkar hale gelmesi, melodisi ne kadar hoşumuza giderse gitsin, bıkkınlık verecek ve yüz çevirmemize yol açacaktır.
Yüz çevirmek dediysem lafın gelişi, zira insan önce gönül çevirir, son kulaklarını tıkar, ardından gözlerini kapatır ve son olarak yüzünü çevirir. Yüz çevirmek bir nihai vazgeçmenin ifadesidir yani.
Biz ahlakın en yücesi, insanlığın zirvesi Muhammed(sas)’den bu konuda çok ciddi bir ders almışızdır. O, kesinlikle muhatabına tüm vücudu ile tam olarak yönelmeden konuşmaz ve dinlemezdi. Bu hali ile tüm benliği ile muhatabını kuşatır ve hem onu dinler hem de kendini dinletirdi. Bu yüzden O’nun yüz çevirmesi büyük bir felaket ve yıkım sayılırdı.
Günümüze gelinceye kadar yaşayan insanlar arasında en iyi, en ahlaklı, en ideal şahsiyetler olarak bize aktarılanlar, O’nun ahlakından en çok nasiplenen ve en çok O’na benzeyenler oldular. Aramızda dolaşan ve kimlik ve ahlak olarak O’nu andıran kişilerin azlığı da son devrin en ağır imtihanlardan biri aslında.
Müşahhas bir örnek görememek insanı zayıflattığı gibi, sendeleme anında tutunacak dal arama arzusunu da engelliyor. Kendine yettiğini zannetmek adında bir düşüş şekli ise insan olmanın fıtratına ters olsa da yaygın bir haslet haline geliyor.
İnsan kendine yetemez, bedenen ve ruhen mutlaka birilerine tutunmak zorundadır. Kendine yettiğini zanneden ya bedenen zafiyet geçirir ya da ruhen.
Firavun kendine yettiğini zannedenlerin önderidir!
Kendi çapında küçük küçük firavunlar üreten insanlık, Amerika kıtasını yeniden keşfetmeye doymuyor. Aynı yollardan geçerek ve aynı yere vararak farklı bir şey yaptığını zannetmek ise insanlığın şerefine aykırı bir netice olarak karşımızda duruyor.
Bizden öncekilerin yaptığı hataları tekrar edip duruyoruz. Aynı yollardan geçerek başka bir hedefe varacağını zannedenlerin zanlarına inanır gibi devam ediyoruz yola…
Tarihin tekrar ettiğini söyleyen haklı elbette, bu tekrarın insanlığın kendini hatalarıyla tekrar etmesinden kaynaklandığını eklemek de gerekiyor buraya.
Zaaflarımız aynı ve hep aynı yerden vuruluyoruz. Aynı noktada yeniliyor ve aynı yere düşüyoruz.
Kendini Firavun sananların birçoğunun mezarı bile silindiği halde, bunu ibretlik bir nakil olarak ancak birkaç saniye gönlümüzde tutabiliyoruz. Ardından dünya bizi de çekiyor kendi girdabına ve sürüklenip yaşamaya devam ederiz.
Bizden önceki herkesin öldüğünü ve bizim de öleceğimizi bilerek yaşıyoruz. Hem de hiç ölmeyecekmiş gibi!
Ahirette sorulacak bir hesaba inandığımızı söylüyoruz ama hiç hesap vermeyecekmiş gibi hayat sürüyoruz.
Günün şartları, içinde bulunduğumuz kurumların doğal işleyişi, çevreden kaynaklanan bazı mecburiyetler, bizi kendi halimize bırakmayan aile ve arkadaşlar, bir de içerden sürekli gönlümüzü kazıyan benlik var ya, bütün suç işte bunlarda.
Nefis olmasa, şeytan dürtmese, dış etkenler müsaade etse, aile ve arkadaşlar da destek olsa, hepimiz harika insanlar ve muhteşem Müslümanlar olurduk.
Öyle ya; öğretmenler ve öğrenciler, bir de okullar olmasa eğitim bakanlığında başarılı olmak işten bile değildi zaten!
Mesele, her şeye rağmen fıtratımızı korumak ve her şeye rağmen düzgün Müslüman olarak kalmakta zaten. Şartlara göre şekil ya da hal değiştiren maddeler gibi olmak değil; her zaman ve zeminde, aynı hal üzere kalmakla, adil ve doğru Müslümanlar olmakla sorumluyuz.
İman ve fikir planında çelik gibi sert ve sağlam olmakla, davete ve tebliğ alanında ise pamuk gibi yumuşak olmak arasında gidip gelirken, bazen nerede ve nasıl olacağımızı unutup ara formlara dönüşüyor ve maalesef kendimiz olmaktan başka her şey olabiliyoruz.
Hani vardı ya, namaz esnasında “ameli kesir” tarifinde “dışardan bakanın namazda olmadığımızı düşünmesine sebep olan hareketler” namazı bozardı. Müslümanlığın tarifine de bunu uygulamamız gerekiyor; dışardan bakanlar Müslüman olmadığımızı düşünüyorsa, o Müslümanlık bozulmuş demektir.
Sözün özeti, halimizi şartlar değil kendi iç yapımız, kimyamız ve fiziğimiz belirlemeli. İmanımız ve ahlakımız belirlemeli yani…