Dünyanın bölgemizdeki çatışmalara odaklandığı, İsrail’in Gazze işgali ve soykırımı sürecinin insanlık tarihine kandan harflerle yazıldığı bugünlerde, doğal olarak tüm bölge ülkeleri gibi Türkiye’de de bu saldırgan vahşetin, utanmaz cinnetin, ahlaksız ve hukuksuz savaşın kendi topraklarına yönelme ihtimali ve endişesi ciddi olarak konuşuluyor ve hatta resmi ağızlardan açık ve yüksek tonlarla ifade ediliyor.
Yakın geçmiş denebilecek geçen yüzyılda yaşanan benzer bir bölgesel savaşın travmasının, korkusunun ve sonuçlarının toplum hafızalarında taptaze durduğu devletlerin ve toplumların reflekslerinde açıkça görülüyor. Bu sebeple ne herhangi bir devlet ciddi bir adım atmaya cesaret edebiliyor ne de halklardan bu yönde ciddi ve toplumsal bir istek ya da baskı yükseliyor.
Devletleri idare edenlerin çoğunluğunun köle ruhlu ve kendisine batılı efendileri tarafından lütfedilen oyun alanı içinde, kum havuzundaki çocuk mutluluğu ile hayatlarına devam etmeleri bundan kaynaklanıyor.
Müslüman halkların büyük çoğunluğunun sessizliği, sesi çıkanların da “Sen ve Rabbin gidin savaşın” formatını öte geçmeyen yaklaşımları hali pür melalimizin resmidir.
Bu süreçte öne çıkan ya da sesi yükselen devletlerden Türkiye ve İran’ın da bu yola tevessül etmeyeceği/edemeyeceği geçen bir yılın acı tecrübesiyle kesinleşmiş oldu.
İran’ın kendi ajandasına sadık kalması yani mezhepsel yayılmayı ve Şii hilalini korumayı devlet politikası olarak uygulamaktan öte bir adım atması beklenmiyor. Hamas ya da Hizbullah gibi örgütlere verdiği desteğin arkasında da bu hedefin yattığını artık aklı selim ve kalbi selim ile bakan herkes gördü.
Avuç içi kadar yerde insanlar, onlar yüzler ve binler sayısınca yok edilirken devletlerin hesap kitap yapması elbette bir yerde normal görülebilir. Sonuçta daha büyük bir kayıp endişesi insanları durduran bir sebeptir.
Benzer kaygılarla hareket eden ve kendi ülkesini korumak ve halkının refahını dengede tutmak gibi sıkıntılarla yıllardır boğuşan Türkiye’nin de Gazze için ütopik sayılacak herhangi bir adım atmayacağını/atamayacağını artık hepimiz biliyoruz.
Bu gerçekliğe rağmen yani kendilerinden İsrail’in varlık ve güvenliğine ciddi bir zarar gelmesi beklenmediği halde batı ittifakının siyasi ve askeri gücü ile desteklenen Siyonist barbarlığın İran ya da Türkiye gibi bir ülkeye saldırma ihtimali ne kadar mümkün görülebilir, bilemiyorum.
İran’a yapılan ve aslında ciddi bir zarar vermeyen saldırıların gerçek bir savaşa dönüşme ihtimali hakkında geçen hafta sızan bir planın detaylarında İsrail’in İran’ı atom bombası tarzı nükleer silahlarla vurma ihtimali öne çıkmıştı. Ancak bu planın sızdırılması bile batının bu konuda İsrail’in arkasında duramayacağı tezini güçlendirmesi gerekirdi, zira bu gibi sızıntılar ya engellemek ya da nabız yoklamak için yapılır.
Ne dünyadan ne de İran’dan ciddi bir tepki görmeyen bu planın uygulanma ihtimali ve neticesinde bir rejim değişikliğinin batıyı ve İsrail’i mutlu edeceği anlaşıldı. Kimse İran’a ve halkına acımayacak. İsrail’in güvenliği için milyonların yok edilmesi ve daha da ötesinde bir coğrafyanın tahrip edilmesi normal görülüyor artık.
Bu süreçte Türkiye’nin konumu ne olacak sorusunun tek bir cevabı yok. Devlet ricalinin savaş istemediğini ama bu riskin varlığının farkında olduklarını son bir yıldır yapılan açıklamalardan anlıyoruz. Zaten aklı başında hiçbir idareci sonucunu tahmin edemeyeceği bir savaşa, hele de küresel bir ittifakın karşısına geçmeye ülkesini sürüklemez.
İşin bir diğer boyutunda yani düşmanın ajandasında ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Bugünden yarına nereye ve nasıl bir saldırı yapabileceklerini bilen yok. Ancak bildiklerimiz ve yaşananlar endişe etmek için yeterli. Siyonizmin “arzı mev’ud” hayali ve halen devam eden saldırganlığı herkesi diken üstünde yürümeye mecbur ediyor.
Türkiye gibi ciddi bir savaş tecrübesine sahip ve bunu yakın tarihte ispatlamış bir ordusu olan, halkı da büyük oranda olası bir işgal karşısında hızla direnişçi bir kitleye dönüşebilecek bir ülkeye saldırmak için çok ciddi bir akıl tutulması gerekiyor. Siyonistlerde akıl olsa gerçi…
Batı ittifakının siyonizmi destekleme ve İsrail’in güvenliğini koruma hedefinde kendisine şu an gördüğü ilk engelin İran olması Türkiye’yi bir derece daha savaş dışında tutabiliyor. Hele de Erdoğan sonrasında beklenen iktidarın batı dostu olması ihtimali onlar için ciddi bir teselli ve bu yüzden biraz daha yönlerini İran’a çevirmelerini sağlıyor.
Gazze gibi bir avuç yerde, her türlü imkansızlıkla direnen bir halkı yenemeyen batı Siyonist ittifakının, çok daha farklı bir direnişle karşılaşması kesin olarak beklenen bir başka ülkeye ancak atom bombası tarzı kitlesel yıkım ve soykırımla müdahale etme ihtimalinden endişe edilebilir.
Yakın tarihte karadan işgal ettikleri hiçbir yerde mutlak hakimiyet kurarak sömürgeleştirmeyi başaramayan batılılar, Afganistan ve Irak tecrübelerinden ciddi dersler aldılar. Görece istediklerini elde ettikleri tek yer olan Irak’ta aslında ipleri İran’ın eline vererek başarı sağlayabildiklerinin gayet de farkındalar.
Benzer bir durum Suriye’de Rusya eliyle yine İran desteklenerek sağlandı ki bu da İran’ın batı oyunları içindeki rolünü sağlamlaştıran önemli bir adım oldu. İran’dan bile vazgeçemeyen batı ittifakı Türkiye’den vazgeçebilir mi? Vazgeçse bile bunu pratiğe dökecek cüreti gösterebilir mi?
Bu soruların cevaplarını gelecek yıllar gösterecektir elbette ama görünen o ki, Türkiye’yi doğu ile batı arasında tutmaya ve elverişli bir tampon bölge olarak kullanmaya devam edecekler. Onların canları tatlıdır, halklarının güvenliği ve huzuru önemlidir. Bunları riske atacak işler yapmazlar. Neticede her otorite kendisini seven, hatta umut bağlayan ve destekleyen bir halka ihtiyaç duyar.
Bu sürecin sonunda Türkiye’yi İran ile karşı karşıya getirmeyi ve böylece hem İran’dan kurtulmayı hem de Türkiye’yi yıpratmayı ve günün sonunda batıya daha muhtaç hale getirerek bitkisel hayata devam etmesinin sağlamak istiyor olabilirler. Onlar açısından gayet zahmetsiz ve acısız bir çözüm gibi görünüyor.
Buna tek engel görünen aklı selim sahibi idarecilerin bir şekilde ikna edilmeleri ya da iktidardan indirilmeleri batının genel tarzına uygun adımlar. Eski Başbakan Adnan Menderes’in 1958’de Suriye işgaline ikna edilmeye çalışılması ve sonrasında neler olduğu yakın tarihimizde kayıtlı duruyor. Menderes travmasını genlerinde taşıyan sağ iktidarlarımızın bir şekilde ikna edilmeleri mümkün görünüyor.
Ne olur kesin olarak bilemiyoruz ama savaşın bir oyun olmadığını, ölmenin bayılmak olmadığı kadar kesin olarak biliyoruz. Devletler düşmanlarını caydırmak için açıklamalar yapar ve hatta halkını her ihtimale hazırlarlar. Hele de bu coğrafyada savaşa hazır olmak varlık sebebidir.
Biz her ihtimale hazır olmak ve her şekilde küresel çetenin ayaklarına dolanacak tohumlar ekmek zorundayız. Bu yazıyı bu minvalde görebilirsiniz.
Olası bir batı Siyonist ittifakı saldırısında ne yapmamız gerektiğini ne fıkhen ne de insani olarak hatırlatmaya gerek olmamalı. O gün hiçbir şey tartışılmadan herkes duracağı yeri şimdiden bilmeli. Kalbinde iman ve hamiyet duygusu bulunan her bir fert gücü yettiği ve o günün şartlarında kendisinden istenecek yerde malını ve canını ortaya koyma kararlılığında olmalı.
Tabii ki tarihi Allah(cc) yazıyor! Batının planlarının ve hayallerinin kaderin planları karşısında hükmü olmayacaktır. Biz, bizim için Allah(cc)’in yazdığı rolü en güzel şekilde oynamak ve geride onurlu bir hikaye bırakmak derdindeyiz.
Bizden önce yazılan destanların gölgesinde bir hayat ve gerektiğinde ölüm…