Geçtiğimiz günlerde TRT Haber’de Hollandalı Türklerin yaşamlarını konu alan bir kısa belgesel film yayımlandı. Siz izlediniz mi bilemiyorum ama bir parça zahmet buyurarak izleyenlerden birisi de benim.
Zahmet derken!
Son zamanlarda toplumumuzun, daha doğrusu insanlığın, varsa yoksa işi gücü o olup, hayatlarını zayi eden şu sosyal AĞLAR yok mu?
Sanki yapacak başka bir şey yokmuş gibi.
Neyse!
Konumuza gelecek olursak.
İşte o film de TRT’nin mikrofonlarına konuşanlar olmuş.
Kimisi laf olsun torba dolsun diye, kimisi de taş gediğine konsun diye.
Aman ha, “Sana ne bundan” demeyin. Zaten şimdi kalkıp filmde yer alan bütün konuşmaları bu satırlara sığdıracak ve her konuşana yorum yapacak halimiz yok.
Zaten gerek te yok.
Ancak görmezden gelip ‘ES’ geçecek halimiz de yok!
Hele de böylesine bir malzeme elimize geçmişken.
SÖYLENENLERE GELİNCE
“Sadece dilini öğrenmek yeterlidir Hollanda’nın” diyeninden tutun da; “Alman toplumuna nazaran daha sıcaklar bu Hollandalılar” diyenler var.
“Hollandalıları maçlarda ve düğünlerimizde çaldığımız kornalarımıza da alıştırdık ya” diyerek övüneninden tutun da; “Bir insan 25 yıldır bu ülkede oturuyor ve hala tek kelime Hollandaca bilmiyorsa pes artık” diyenler var.
Bir uzun hikaye kısaca;
Bir çift öküz ile iki tarla alarak geriye dönüşün hikayesi.
Türkiye’den ilk geldiğimizde nasıl davul-zurnalarla karşılandığımızdan tutunda; iş verilmeyen, sevilmeyen, istenmeyen, nankör ve hor görülen, bizi biraz da yalnız bırakan, ayrımcı ve ırkçı bir Hollanda’nın hikayesi.
Okuyan çocuklarımızı genel olarak alt düzey meslek okullarında yığarken;
bazılarını da sudan sebeplerle ailelerinin ellerinden alıp hıristiyan ve lezbiyen ailelere teslim eden bir Hollanda’nın hikayesi.
Türklere, “Aman ha dikkat! Hollandalılar bize domuz eti yedirecek’ korkusunu; Hollandalılara ise, “Nasıl edip, ne yapsak da Türklere domuz eti yedirip, pis işlerimizi yaptırsak” düşüncesini aşılayan Hollanda’nın hikayesi.
Dedik ya, “kimisi laf olsun torba dolsun demiş, kimisi de taşı gediğine koymuş” diye.
İşte taşı gediğine koyan bir ablamız anlatıyor.
“Bizler bu toplumun dilini öğrenerek, kurallarına uyarak, yasalarına aykırı bir şey yapmayarak uyum sağladığımızı zannediyorduk. Taa ki 11 Eylül olaylarına kadar. Bu olaylardan sonra birden bire başka insanlar oluverdik. Türkiyeli bile değilken Müslüman, hatta terörist gözüyle görüldük. Hollandaca konuşmayanlarımızı bahane edenleri bir kenara koyun, dilini bilen, okulunu okuyan, hatta ve hatta eşimiz Hollandalı olan insanlarımız bile dışlanıverdik. Yav dedik ne oluyor birdenbire. Ağzımızla kuş tutsak kendimizi beğendiremiyoruz.”
Evet haklısın, beğendiremezsin ablacım, beğendiremedik de.
İster diskolara git, ister barlara; ister Hollandalı ile evlen, ister museviyle;
Adın ister Henk olsun, ister Jan; O sendeki kan yok mu kan! İşte sorun orada!
Tabi anlayana.
Ve bir amcamız, soruyorlar amcaya ve cevap veriyor!
“Şimdi sen bana desen ki en çok nereyi istersin?…Erciyes dağı’nı isterim….Ak saçlı dede orada dururken…” diyor …
Eyvallah!
Tamam, her zaman her yerde ve her ülke de olduğu gibi bu ülke de de gerçekten iyi niyetli yardımsever Hollandalılar ‘yok’ değil. Bu tür insanların insanlığına bizler de hep şapka çıkarmadık mı zaten?
Ancaaak! İşi genelleyecek olursak;
– Biz de; bir fincan kafvenin hatırı varken, onu burada bulamazsın arkadaş.
– Biz de; kendisinin yoksa, sahibin hatırı vardır. Bunu burada duyamazsın arkadaş.
– Biz de; bize bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olursun, ancak burada kimseye köle
olamazsın arkadaş.
– Biz de; sözünün eri olmak vardır. Burada erlik göremezsin arkadaş.
SON OLARAK:
Amaaan, ha öyle gücenip gocunmalar olmasın. Neticede, farklı niyet ve görüşlerle herkes bir şeyler söylemiş o mikrofona. Bir çift laf da biz diyek dedik. Fena mı yani!
Hem varsa aksini iddia eden, buyursun ispata. Ben lafımın arkasındayım. Aksi halde, inanın bana etek giyip dolaşacağım.
Yok, illa da hala anlamamakta ısrar edenler varsa, kıssalar hisse almak için vardır.
Buyrun size bir kıssa, alınacaksa hisse!
01***
Yiyecek arayan bir akrep bir gün bir nehrin kenarına gelmiş ve durmuş. Karşıya geçecek bir yol bulamamış bir türlü. Bu sırada suda bir kurbağa görmüş. Kurbağaya kendisini karşıya geçirip geçiremeyeceğini sormuş. Kurbağa, “Sen beni sokarsın!” diyerek, kabul etmemiş. Akrep, kurbağaya söz vermiş onu sokmayacağına dair. Kurbağa da, “O halde çık sırtıma seni karşıya geçireyim” demiş. Akrep kurbağanın sırtına çıkmış. Ancak nehrin yarısına geliklerinde, akrep dayanamayıp kurbağayı sokmuş. Kurbağa son anlarında akrebe sormuş, “Hani beni sokmayacağına dair söz vermiştin! Bak şimdi ben ölüyorum, ancak biliyorsun ki ben ölünce sen de boğularak öleceksin!” Akrep de mahçup bir şekilde karşılık vermiş, “Ne yapayım kurbağa kardeş? Bu benim doğamda var!”
Vesselam,