Bir varmış, bir yokmuş!

Yayınlama: 13.03.2023
A+
A-

Böyle başlayan, tamamen hayal ürünü olan, bilinmeyen bir yer ve zamanda geçen, dinleyicileri inandırmak iddiası bulunmayan nesirle söylenen kısa ve özlü masallarımız vardır bizim. Heyecanla ve ibretle dinlerdik onları; ana, baba, dede ve ninelerimizden.

Şimdi; aşağıdaki satırlarda, özellikle depremin ilk haftalarındaki bazı anlatımları göreceksiniz. Kimi öğretmen, kimi şöför, kimi fabrikatör ve kimisi de kendi halinde vatandaş.







Bu anlatımlara lütfen dikkat edelim. Dikkat edelim ve yattığımız yatağın, yediğimiz lokmanın, içtiğimiz bir yudum sıcak çayın ve evimizde olmanın huzurunu ve kıymetini bilelim ve sonra da halimize şükredelim. Çünkü bu anlatılanlar masal değil, hayal ürünü ise hiç değil! Bazılarını sosyal medyadan görmüş olmanız ise  yüksek oranda ihtimaldir.







***

Adıyaman çadır kentte kalan ve halı yıkama fabrikası olan bir abi ile sohbetten alıntı: “Fabrikanın son kalan bir milyon borcu vardı. Şimdi evim de, fabrika da yok. Yakınlarımdan 47 kişiyi kaybettim. Bizi mahalle olarak bu çadır kente getirdiler. Suriyeli komşumuz ile çadırlarımız yan yana. Ben ona şeker veriyorum. O da ayakları çıplak olan kızıma çorap veriyor. Hepimiz bir deprem ile eşitlendik. Anlayacağınız dünya çok yalanmış ve biz bu yalana çok inanmışız…”

Yine çadırda kalan bir kızımız ; “Eskiden bir yardım işi olduğunda en sevmediğim kazağımı atacağıma, elden çıkartmak için o yardıma gönderirdim. Deprem gecesi bir tek pijamalarımızla sokağa çıktık. Aşırı fırtına ve dondurucu kar vardı. Sonra günün ağarmasıyla birlikte enkazlardan bulduğumuz ne varsa üzerimize doladık. Hayatım boyunca bir daha bu kadar üşüyeceğimi sanmıyorum. Sonra yardım tırları geldi. Kuyruğa girdik, artık nasibimize ne düşerse diye alabildiğimizi aldık… Bana ne düştü dersiniz? Biraz eski ve hiç sevmeyeceğim tarzda bir kazak. İşte o anda anladım, zamanında kendimin de nasıl bir iş yaptığını…”

Öğretmen bir kızımız; “Bize yardım verirken bazen çok acıyarak bakıyorlar. Hatta arada bir, ‘yazık bunlara yaa’ diyenler oluyor. Ama biz doğuştan beri çadırda yaşamıyoruz. Bizim de sizler gibi lüks evlerimiz vardı. Akıllı sistem denilen evlerde oturuyorduk. Sonra bir dakikada çadırda yaşayacak hale geldik. Evet, acınacak hale geldik. Ama bize yardımlarınızı yaparken kardeşlik adına yapın. Bize Rabbimiz acısın. Velhasıl gönlümüz incindi…”

Yine çadırda kalan bir ablamız; “Toplu taşıma araçlarında Suriyeli birinin yanına oturmazdım hiç.  Sanki bana kokuyorlar gibi geliyordu. Şimdi 15 gündür üç aile bir çadırda kalıyoruz ve hiç duş alamadık. Kokumuzdan birbirimizden kaçıyoruz resmen. İnsan büyük konuştuğu yerden sınanırmış meğer. Şimdi anladım…”

Şöför bir abimiz; “Suriyeliler neden geldiler? Neden savaşmadılar da ülkelerini terk ettiler? derdim hep. Şimdi biz de birer birer bölgemizi,  şehrimizi terk ediyoruz. Üstelik onların 10 yılda geldiği noktaya biz bir dakikada geldik. Hayat kalmayınca korkudan insan memleketini bırakmak zorunda kalabiliyormuş gerçekten. Eşimi ve çocuklarımı Manavgat’a götürdüm. Üçüncü gün eşim ağlayarak telefon açtı; ‘Sokakta insanlar bize niye geldi bunlar buraya? diye söyleniyorlar’ dedi. Oysa biz kendi ülkemizdeyiz ve sadece şehir değiştirdik. Ama meğer kendi insanımız bile bizi istemiyormuş.”

Peki yaşanan handikap ve ibretlik söylemler bunlarla sınırlı mı? Elbetteki hayır ve daha bunlar gibi binlerce yarım kalmış hayatların olduğunu hepimiz biliyoruz.

***

Rasulullah (sav) yere bir çizgi çizdi ve “Bu, insandır.” buyurdu. Sonra onun yanına bir çizgi daha çizerek, “Bu da eceldir.” buyurdu. Ondan daha uzağa başka bir çizgi çizdi ve şöyle buyurdu: “Bu da emeldir. İşte insan bu halde iken (yani emeline kavuşamadan) ona daha yakın olan eceli (ansızın) geliverir. (Buhârî, Rikak 4. Tirmizî, Kıyamet 22; İbni Mâce, Zühd 27)

***

Evet bir var mış, bir yokmuş.

Bir zamanlar onlarda vardı ve hayalleri ve emelleri ile aramızdaydılar.  Kimisinin anası, kimisinin babası, amcası, teyzesi, dayısı, halası ve kimisinin emzikteki bebeği. Sonra ecelleri bir anda ansızın geliverdi ve hayallerine kavuşamadılar.

***

Peki biz şimdi meseleyi daha iyi anladık mı?

Mesela evimizin çok küçük ya da çok soğuk olmadığını ve her eve girdiğimizde, bir daha evine hiç giremeyecek olanların olduğunu. Ayrıca yattığımız yatağın ve üstümüzdeki yorganın markasının çok ta önemli olmadığını…

Ya da yediğimiz yemeğin; tuzunun, salçasının, etinin, sebzesinin az ya da çok olmasının yanısıra beş on dakika gecikmesinde pek de bir mahsur olmadığını.

Ballandıra ballandıra anlattığımız telefonumuzun ve arabanızın markasının kayde değer olmadığını. Bir anda onların da silinip yerle yeksan olabileceğini.

Azlığın ve yazlığın; bencilliğin ve zenginliğin artılarını ve eksilerini iyice tartabildik mi? Ya da milyonlarca liraya aldığımız konutun belki de kimbilir bize de mezar olabileceğini.

Kıymetini bilebildik mi; 

Üstümüzdeki montun, ayağımız üşümesin diye bir köşede duran battaniyenin, sıcak bir çayın, bir tas suyun, çorbanın ve ekmeğin. Sessizce varlığını hissettiren yürekli bir komşunun.

Ya da kalbini kırdığımız bir insanın gönlünü almaya vaktimizin olamayacağını anladık mı mesela.

Kaçırdığınız trenin, vapurun, dolmuşun arkasından telaş yapmanın ne kadar da gereksiz olduğunu ve nerede nasıl yattığımızın değil de, nerede nasıl ve  ne halde uyanacağımızı ya da uyanamayacağımızı kavrayabildik mi acaba?

Bir adım daha ileri gidecek olursak; üzerinizde uyuduğunuz yorganın yerine moloz yığınlarının altında kalabileceğimizi göz hizamızın önüne getirebildik mi acaba?

Evet, bir varmııııışş, bir yokmuş! Kim bilir belki de bugün varız, yarın yokuz.

Vesselam,

Simytech     Sifa