Tarihin her döneminde, insanların hayır amacıyla bazı ibadethaneleri inşa ettiği ve bu yerlere münferit bağışlarda bulunduğu bilinen bir gerçektir.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, “sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Ali İmran, 92) buyurarak bizi hayır işlemeye çağırmış, Peygamber efendimiz (s.av)’de, “Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Kesintisiz sadaka (sadaka-i cariye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (talebe/ilmi eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk yetiştirenler.” buyurmuşlardır.
Kur’an-ı Kerimin’in bu çağrısına ve Peygamberin tavsiyelerine uyan Müslümanlarda İslam’ın ilk yıllarından itibaren hayır işlerinde yarışmışlar ve insanlığa hizmet veren pek çok kuruluş oluşturmuşlardır.
İşte ilk Müslümanlar gibi İslamiyeti kabul eden Türklerde de; yoksul ve açları doyurmak, ihtiyaç sahiplerine ve hastalara yardım etmek, eğitime destek, tabiatı korumak, toplumda sevgi ve saygı bağlarını güçlendirmek, dayanışmayı ve yardımlaşmayı geliştirecek refah ve mutluluğu yaymak gibi, ulvi ve insani duyguları güçlendirme anlayışından dolayı vakıf ruhu doğmuştur.
Vakıf etmek; bir kişinin taşınır veya taşınmaz herhangi bir malını, hiç bir etki altında kalmadan, tamamen kendi rızasıyla, Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle, toplum yararına tahsis etmesidir. Bu kişilere ise vakıf denilmektedir.
Bu anlamda; Türk İslam vakıf geleneğini doğuran ana düşünce de, insan ömrünün sınırlı ve dünya hayatının gelip geçici oluşu, dolayısıyla sahip olunan mal ve imkanların daha ulvi bir amaç uğruna kullanılması şeklinde olmuştur.
Dört halife devrinde başlayan ve Emeviler ile Abbasiler döneminde de gelişerek devam eden vakıf anlayışı şurası bir gerçek ki, Selçuklular ve özellikle Osmanlılar döneminde daha da gelişmiştir. Bu devirde yardımların insanları da aşarak hayvanlara kadar götürüldüğünü görmekteyiz.
Bu dönemdeki vakıflar bir taraftan binlerce görevliye maaş ödüyor, öte yandan yüzbinlerce insana ırk ve inanç farkı gözetmeksizin hizmet götürüyordu. Böylece vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlik asgariye indirilirken, yine buna bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel sosyal patlamalarında önüne geçilmiş olunuyordu.
Günümüzde ise insanı hayatın merkezine koyan ve ona yatırımı ve yardımı esas alan bir anlayışın kurumsallaştırılması demek olan vakıflar; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, bayındırlık, ulaşım, güzel sanatlar ve doğal çevre alanlarında hizmetler vererek hem maddi hem manevi görevler yüklenen kurumlardır. Bu kurumların hemen hemen tamamına yakını ise devlet tarafından ayrı ayrı bakanlıklarca yürütülmektedir.
Bu dünyada ve öteki hayatta mutluluk ancak “salih amelle” mümkündür. Bunun yolu da insanlara hizmet etmek ve geriye hizmeti sürekli kılacak sadaka-i cariyeler (hayır müesseseleri) bırakmaktan geçmektedir. Bu çerçevede vakıf modeli, sosyal işlevinin ötesinde bir misyon yüklenerek insani bir boyutta kazanmaktadır.
Din, dünya, evren bütünüyle hep insan içindir. Canlı-cansız herşey insanın emrine verilmiş, hizmetine sunulmuştur. Peygamberler insan için gelmiş, kutsal kitaplar insan için inmiştir. Melekler dahi insanlığın atası Adem’e saygı secdesine kapanarak bunu sembolik olarak ifade etmişlerdir. Bu anlamda herşeyin insan için oluşu ilkesiyle yola çıkarak; her alanda vakıflar kurup ve kurulmuş olanlarada sahip çıkarak, hizmetleri çok yönlü sürdürüp, sonuçta her topluma nasip olmayan özellik ve güzellikte bir, “Vakıflar Medeniyeti”’nin evlatları olarak yeni medeniyetlere öncülük edemez miyiz acaba?
Tarihe mal olmuş ecdadlarımızın izinde, herkese açık olan hayır pazarlarında adeta birbirimizle yarışarak; biz de, bizden sonraki kuşaklara örnek teşkil edemez miyiz?
Bizler de vakıf insanı olamaz mıyız?
Delicesine seven, delicesine veren, delicesine didinen insanlar olamaz mıyız?
Sahip olduğumuz maddi ve manevi herşeyin sahibi en büyük vakıf (vakfedici, bağışlayıcı) yüce yaratıcıyı görerek, onları O’nun uğruna, O’nun yarattıklarının hizmetine; umudun bitiği yerde umut, çarelerin tükendiği yerde çare, ışıkların söndüğü yerde ışık olarak kendilerini feda eden, “yaratılan her şeyi yaratandan ötürü seven” Allah dostlarından ibretler alamaz mıyız?
Mesela H.z Mevlana’dan
Şevkat ve merhamette güneş gibi ol !
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol !
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol !
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol !
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol !
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol !
Veyahut Hadimi’den,
“Kamil O’dur ki koya bir yerde eser, eseri olmayanın yerinde yeller eser.”
Ya da M. Akif’ten
“Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey eseri, bir eşek göçtümü, ondan da nihayet semeri.”
Her şeyin ben merkezcilik ve karşılıklı çıkar menfaatleri üzerine kurulduğu günümüzde, karşılık gözetmeden, sadece Allah rızası için yardım eden vakıf insanlara öyle ihtiyacımız varki.
Ne mutlu vakıf insanlara ve vakıf olmaya çalışanlara.
Vesselam,