PIKNIK

Beyaz Melek

Yayınlama: 14.12.2007
A+
A-

Üç cümle

Bu gün hava çok soğuk…

İçimde bir sıkıntı var…

Başım çok ağrıyor…

Birinci cümle insanın harici alem karşısındaki aczini sergilerken, ikincisi kendi öz ruhuna, üçüncüsü de bedenine hakim olamadığını ilan eder.

İşte hariçte ve delilde böyle mahkum ve aciz olan insanoğlunun gurura kapılması ve Allah’a isyan etmesi ne kadar tuhaf değilmi ?







Soğuğun insanın iliklerine işlediği böyle bir günün sabahında, tam da mekkaşeli ve yorgun geçen bir günün ardından telefonumdan gelen en sevdiğim müzik sesiyle gözlerimi hafif aralıyorum. Ekrandan şöyle bir arayan isme, yarı açık gözlerle bakıyorum.

İnsanlar vardır suskun, insanlar vardır vurdum duymaz, insanlar vardır sorumsuz, kindar, isyankar; Ve  insanlar vardır; dindar, mert, ne dediğini bilen, vefakar, şevkatli, güleryüzlü. Hani deriz ya hep ‘adam gibi adam’ diye. İşte öyle bir insana aitti telefonun arka modundaki ekrandaki isim.

Hamit Sürmeneli, benim can dostum; yüzündeki gülücükler ve neşeli hareketleriyle insana yaşama sevinci veren meslektaşım ve Sayın Genel Genel Yayın Yönetmenim.

Yine her zaman olduğu gibi sevecen tavırlarıyla, telefonda dahi gülen sesiyle önce Rab’bimin selam ve rahmet dileklerini ilettikten sonra, “sabah-ı şeriflerin hayırlı olsun hocam” diyor. Eh yani, böyle bir insanın güzel sesini duyunca bizden uykudan eser kalır mı artık? Hele bir de, bir günlük de olsa kısa bir gezintiye çıkacağımızın; bir çay sohbeti, bir akşam yemeği, bir sinema şöleninin haberini alınca.







Hamit Bey’le Deventer’deki gazetemizin merkezinde buluştuktan sonra, oradaki nadide dostlarımız; Muhammed Köse Hoca, Abdullah Bey, Necip kardeş ve diğer dostlarla güzel bir çay sohbetinin ardından; Hamit Bey ve hac yolculuğuna hazırlanan, heyacanı sesine vuran güzel insan Necip kardeşle beraber rotamızı, Hollanda’nın güzel şehirlerinden olan Arnhem’e çeviriyoruz.

Arnhem Troya Restaurant’ta yediğimiz o nefis akşam yemeğinin ardından, (Son yıllarda yediğim en güzel yemeklerden diyebilirim. Restaurant sahibi Ömer Bey’e de buradan sevgi ve muhabbetlerimi gönderiyorum.) sıkıntılı bir park yeri arayışı sonrası tutuyoruz Arnhem’deki Rembrant Sineması’nın yolunu.

Kadrosunda; Mahsun Kırmızıgül, Yavuz Bingöl, Erol Günaydın, Yıldız Kenter, Nejat Uygur, Sarp Apak, Gazanfer Özcan, Ali Sürmeli, Emel Sayın ve daha nice ünlü isimleri barındıran ve altında Boyut Film’in imzası bulunan Beyaz Melek isimli bu film, yılın en iyisi olmaya aday gibi. Açıkçası beni ilgilendiren; kadrosundaki bu kadar devasa ve şöhretli isimlerin bir arada toplanmasınından ziyade filmin içeriği olmuştur.

İnsana ve insanca yaşamaya verilen önemi irdelemiş bu film. Kendilerini 9 ay karnında taşıyan; yemeyip yediren, içmeyip içiren, giymeyip giydiren anne ve babalarını eski bir dama; bu damda ki işkenceye, yalnızlığa, hasrete, korkuya ve her an, her dakika ölümün ayak sesleriyle yalnız yaşamaya mahkum edilen ana ve babaları irdelemiş bu film.

Damarlarında atAR damarı olmayan, varsa da kan yerine nefret ve kin damlaları akan. Ve de halen ben insanım diyerek utanmadan; ev-bark, cadde-sokak gezen insanların sahte yüzlerini sergilemiş bu film.

Tıpkı yaşadığımız dünyada, sanal alemden öteye; gerçeklerini ya bizzat yaşayarak, ya da bir şekilde duyarak veya görerek şahit olduğumuz yüzleri.

Açıkçası vazgeçilmezim olan ‘Kurtlar Vadisi’ni bir kenara koyarsak fazlaca film seyreden birisi olduğumu iddia edemem. Ancak bir şeyi iddia ederimki; bu film insana insanlığını hatırlatıyor. Kendisini, vicdanını, yaptıklarını sorgulama fırsatı veriyor insane.

Fani dünyadan göç edeceğini sezinleyen bir babanın son nefesinde evlatlarına, “Unutmayın!, gittiğiniz her yerde bir kapınız olsun”  şeklindeki önemli telkinleri var bu fimde.

“Abi burası iyi midir, kötü müdür? Burada insanları seviyorlar mı dövüyorlar mı? Dövüyorlarsa neden huzur evi diyorlar buraya?” şeklindeki sorularla binalarının tabelalarında güya HUZUR EVİ yazan ancak huzurun ‘H’ sinden yoksun; huzursuzluğun, saygısızlığın, unutulmuşluğun ve işkencelerin yaşandığı huzur evlerini konu alıyor bu film.

İster istemez de, geçtiğimiz yıllarda belleklerimize kazınan ‘Malatya Huzur evi’ skandalıyla sarsılıyor bir kez daha bedenlerimiz.

Batı dünyasında yaşanan insani değerlerin yozlaşmasını; kibrini, ihtirasını ve acımasızlığını en zıpkın şekilde yerden yere vururken; Anadolu topraklarında yeşeren, filizlenen; hoşgörü, saygı, itaat ve şevkat yemişlerinden kesitler sunuyor bu film.

Zaten bir sahnesinde de, “Sevgi ve umut,…dünya bunlarla dönüyor. İnsanları bütün zorluklara karşı ayakta tutan; inançtır, sevgidir.” diyor ya zaten…

Hele bir yerinde; yüzleri buruşmuş, beli bükülmüş, yürümeye bir dermanı kalmamış bir ananın titreyen sesiyle, “Analar babalar küçücük evlerine, küçücük yüreklerine onlarca torun ve çocuk sığdırırken, evlatlar koca koca apartman dairelerine, villalarının bir köşesine ana babalarını sığdıramadılar.” şeklindeki insanı insanlığından utandıran haşmetli sözleri yok muydu?

Ya,“Beni buraya ölüme terk eden çocuklarım, arkadaşlarım ve dostlarım hepsi hayattalar…peki nerdeler?” diye soran yaşlı bir amca ve “Annemi ağlatıyorsun, dedemi ağlatıyorsun beni de ağlatıyorsun. Seni hiç sevmiyorum.” diyerek babasına feryad eden o küçük kız çocuğuna ne demeli.

İşte o çocuğun yüreği kadar yüreği olamayan yüreksiz insanlara seslenen bir yapıt olmuş bu film.

Ama yine de, Allah’ın bu tür insanları kahretmediğini görüp şaşırmadan, mühlet verdiğini düşünerek ibret almaya gayret göstermek lazım.

Ne diyor Dostoyevski,

“Allah’ın bütün yaratıklarını sev. Çöllerini ve her kum zerresini sev. Hayvanları, bitkileri, tabiatı sev. Bu sevgiyi bir kere içerine yerleştirebilirsen, O’nu her gün daha iyi anlayacak, her şeyi kaplayan bir sevgi ile bütün dünyayı seveceksin”

Unutmayın!

Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir. Bir avuç gül sunan elde, bir miktar gül kokusu kalırGençlikte günler kısa, yıllar uzun; yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa olur.

Ve ölüm anında insanın tek göreceği bir melek vardır, BEYAZ MELEK

Vesselam,

Simytech     Sifa